Kur’an kıssaları geçmişi anlatmak için değil, bugünü anlamak içindir. Her ayeti, zamanın ötesine değil, insana seslenir. Hz. Musa’nın kıssası da böyledir: Allah’a teslimiyetin, zulme karşı direnişin ve halkına sırt çevirmemenin çağrısıdır. Bu kıssa yalnızca iman edenlere değil, adalet arayan herkese yol gösterir. Bugün eksik bıraktığımız ne varsa, onun izleri o kıssada vardır.

 

 

Hz. Musa, Medyen’de geçirdiği yılların ardından ailesiyle birlikte yola çıkar. Soğuk ve karanlık bir gecede Tur Dağı’nda bir ışık görür. Yön sormak veya ateşten bir kor parçası almak için yöneldiği o ışık, aslında bir davettir. Rabbinin çağrısıdır. Allah ona şöyle emreder:

“Firavun’a git ve de ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle birlikte gönder. Onlara zulmetme.”

 

Bu söz sadece bir tebliğ değil; zulme karşı açık bir duruştur. Allah, Hz. Musa’ya önce mazlum halkın haklarını savunmasını emreder. “Önce iman edin, sonra özgür olun.” demez. Önce adalet gelir, sonra davet. Hz. Musa da öyle yapar. Önce halkının güvenini kazanır. Onlara Allah’a kulluğu, önce başkalarına kul olmamayı öğrendikten sonra anlatır. Çünkü Hz. Musa’nın yolunda iman, zulme karşı çıkmadan mümkün değildir.

 

“İman etmeyenle işim olmaz.” demez. İman eden, etmeyen; köle olan, yolunu kaybetmiş olan… Hepsini Firavun’un zulmünden kurtarmaya çalışır. Çünkü tevhid sadece Allah’a inanmak değil; zulme karşı mazlumun tarafında olmaktır.

 

 

 

 

Samimiyet ve İmtihan: Mazluma Taraf Olmak

 

 

Tarihî kaynaklara göre, İsrailoğulları Mısır’dan çıkarken içlerinden yalnızca yüzde onu tevhid bilincine sahipti. Nitekim Hz. Musa onları çölde kısa bir süreliğine yalnız bırakınca, hemen eski adetlerine döndüler; bir buzağı heykeline secde etmeye başladılar. Buna rağmen Hz. Musa, onları özgür insanlar yapma mücadelesinden vazgeçmedi.

 

Bugün o ayet hâlâ aramızda duruyor. Ama biz kulak veriyor muyuz? Adalet duygumuz, zalimin kimliğine göre mi şekilleniyor? Mazluma sahip çıkmadan önce kimliğini mi soruyoruz?

 

Günümüz Müslümanlarının çoğu, Kur’an’ın emirlerini konforlarından ödün vermeden yaşamaya çalışıyor. Mazlumu savunmak, bedel ödemek anlamına geldiğinde sessizleşiyorlar. Başka inançlardan mazlumları savunmayı geçtik, çoğu zaman kendi din kardeşleri için bile mücadele etmiyorlar. Onları ötekileştirerek, bedelsiz alanlarda vicdan rahatlatan sloganlar üretmeyi tercih ediyorlar.

 

Oysa tevhid sadece Allah ile kul arasında kurulan bir bağ değildir. İnsanla insan arasındaki ilişkilerin de adalet üzerine kurulmasını ister. Tevhide bağlı bir mümin, hiçbir siyasi otoriteyi, hiçbir ideolojiyi mutlaklaştırmaz. Her şeyi Kur’an ve sünnet terazisinde tartar. Çünkü gerçek mümin, Allah adına zulmedenlerin değil; sadece Allah’ın kuludur.

 

 

 

 

Kavmiyetçilik ve Sessizliğin Bedeli

 

 

Geçmişte Türkiye’de bazı İslami cemaatler ve STK’lar, Diyarbakır zindanlarındaki zulme sessiz kalırken, Filistin için sloganlar atıyordu. Bugün ise Doğu Türkistan konusunda suskunlar. Çünkü karşılarında bu kez İsrail değil, Çin var. Diplomatik ilişkiler ağır basıyor, vicdan geri planda kalıyor.

 

Bu sadece ikiyüzlülük değil; aynı zamanda mazlumun güvenini kaybetmektir. Mazlum bir kez sırtını döndü mü, bir daha dönüp bakmaz. Çünkü samimiyet sözle değil; bedelle ölçülür.

 

Bir başka suskunluk daha var ki, bu sefer daha derinden ve daha uzun vadeli bir yara bırakıyor: kavmiyetçilik. Kürt bir âlimin vaazında “Kürtlük” vurgusunu nadiren duyarsınız. Ama Arap ya da Türk kaynaklarında millî kimlik çoğu zaman başroldedir. Nedvi, Osmanlı’yı överken Türkleri; Abbasileri anlatırken Arapları anar. Ama Selahaddin Eyyubi’yi anlatırken “Kürt” kelimesini kullanmaz. Mevdudi’nin Urduca tefsirindeki “Kürt” ifadesi, Türkçeye çevrilirken çıkarılır. Bu, sadece bir çeviri tercihi değil; bilinçli bir silinmedir.

 

Bu sessizlik yalnızca entelektüel düzeyde kalmadı. Saddam Hüseyin’in 1986’da başlattığı Enfal Operasyonu sırasında 180.000 Kürt sivil katledildi. Halepçe’ye atılan kimyasal bombalarla bir anda 5.000 kişi hayatını kaybetti. Binlerce kadın ve çocuk kayboldu; hâlâ bulunamadılar. O korkunç katliam, Kur’an’ın bir ayetinin adıyla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Ve İslam dünyası bunu “Irak’ın iç işleri” diyerek sessizce geçiştirdi. Hiçbir İslami cemaat ya da STK ciddi bir duruş sergilemedi.

 

Kürtlerin dili, kıyafetleri, folkloru, hafızası terörize edilirken, muhafazakâr kesim büyük oranda sessiz kaldı. Çünkü bu meseleye dair bir duruş sergilemek, bedel gerektiriyordu. Onlar konuşmayınca, seküler yapılar konuştu. Dinine son derece bağlı Kürtler, samimiyetsiz duran cemaatlerden uzaklaştı. Sonunda dindar ama seküler yapılar etrafında şekillenmiş bir nesil ortaya çıktı. Onları takip eden kuşaklar ise giderek daha da sekülerleşti.

 

Bu gidişat değişmezse, kopuş daha da derinleşecek. Ve bu kopuşun sorumluluğu sadece dış güçlerde değil; içerideki samimiyet sınavını kaybedenlerde olacak.

 

 

 

 

Tevhid, Kimlik ve Adalet Arasında Gerilim

 

 

Bu sessiz ayrımcılık, ümmeti içeriden kemiriyor. Mâturîdî de, Eş’arî de kavmiyetçiliği bir zaaf olarak görürken; bugün ümmet adına konuşanların çoğu, milliyetin sınırlarına sıkışmış durumda. “Tevhid” deyip milliyetçiliği kutsamak, iman değil; çelişkidir.

 

Kur’an’a böyle sorular sormak günah mı? Hayır. Kur’an, düşünmeniz için indirildi. Her samimi soru, bizi hakikate bir adım daha yaklaştırır. Musa’nın kıssasında olduğu gibi, cevaplar kolay değil; ama derindir. Zaten Kur’an’ın öğrettiği de budur: kolay olanı değil, doğru olanı seçmek.

 

Hz. Musa’nın yolunu anlamak istiyorsak, bilmeliyiz ki: Firavun gibi görünmeyen ama zulmü meşrulaştıran sistemlere susmak da bir tercihtir. Ve her suskunluk, yeni bir Firavun doğurur.

 

Tevhid, zulme karşı taraf olmaktır.

Irkına, kimliğine, aidiyetine bakmadan mazlumun yanında durmaktır.

İslam, sadece Allah’a inanmak değil; Allah’ın yarattıklarına adaletle davranmaktır.

 

Gerisi gürültü.